Kimdir bu ŞeBHîZ

Fotoğrafım
Hasret olduğu manaya hayatını hasretme gayretinde olup, Kur'an mektebine girme amacında bir talib'im... "Talip olunan değer ne kadar büyükse, tabi tutulan imtihanlarda o kadar büyük olur" hakikatini aklından çıkarmaması gereken bir talib...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Yaşamak

YAŞAMAK


Ben yenildim, bana yardım et![1]

Soğuk bir kış günüdür. Evet, mevsim kıştır ama kar yoktur ortalıkta. Bu ağlamak isteyip de bir türlü başaramayan kişinin iç sıkıntısına benzer. Olması gereken bir şeyin olmaması, bulunması gerekli yerde bulunmaması insana zulüm değil de nedir?

 



Dışarıya çıkmak istersin, o soğuk havayı içine çekip hücre hücre uyanmak... Çalakalem bir hazırlıktan sonra -bu pantolonun üstüne bu gömlek olmuş mu diye düşünmeden mesela- kapıyı arkadan çekip çıktığın an her şey başlamıştır. Sokakları kalbinden yakalamaya gideceksindir. Avuçlarının ortasına avurtlarını gevip hohlarsın. Isıtırsın bir güzel ellerini ve atarsın ceplerine. Cebindeki bozuk paralara dokununca hafiften üşürsün. Metal paralar cebinde soğumuştur çünkü. Bu, garip bir his verir sana. Yine de serinlik bedenine dokunmaz senin. 

 
Bir ilkokulun bahçe kapısının yanından geçersin. (düşe geldik, gözlerini kapayabilirsin). Teneffüs vaktidir, tam da denk gelmiştir. Çocuklar cıvıl cıvıl. Müjde getiren insanlara benziyorlar sahi! Biraz da hacarap... İzlemeye koyulursun. Bunlar savaştan arta kalan çocuklardır. Pembe rengin sadece kendilerine yakıştığı varlıklar. Nasıl da koşuşuyorlar öyle dört bir yana. Çocukların ivecenliklerine imrenip düşlerini çalmak istersin şubat soğuklarında. Bir gölün döşü gibi durgun olan bağrın çocuklarla birlikte hareketlenmeye başlamıştır. İster istemez gülümsetirler seni. Her okul bahçesi sana çocukluğunda birikmiş eksiltili cümlelerini hatırlatır. Buruk, tarife sığmaz, sancılı, ulaşılamaz bir his konaklayıp durur içerinde. Yaşama'ya naz etmek istersin, ''şeyy, benn, ııı, biraz, biraz kendimden bahsetmek istiyordum'' demek... ''ne çıkar siz bizi anlamasanız da'' (edip cansever)

 
Silkelenip yürümeye devam edersin, kıyısına varmak için düşlerinin. Kaldırımın, okulun bahçe duvarına bitişik kısmında, bir dilenci buluverir gözlerin. Gökyüzüne çevrilmiştir avuçları. Sense avuçlarına saklanmak istersin. Ve istersin, sırnaşık anlamların yâdında esrarına rumuz biçmek... Bir istikbal toplamak dilersin dilencinin süt beyazı yaşmağından. Kaldırımın ortasına çakılıp kalmışsındır ve yanından geçenlerin ikazlarına rağmen kenara çekilmezsin, dağınık bir incelikle izlemeye devam edersin gölgesini bir dilencinin. ''saçın kararmış yakından neşeli insanlar geçmiştir/ haydi bre toprağa çök de ağla'' (cahit zarifoğlu)

 
Yürümeye devam edersin, incir kuşlarını işitmek için. Yunus senin efendindir, sık sık aklına gelir ve şöyle söyler ''hiç bilmezsin mana nedir ne dilde çağırmak gerek''. İncinirsin. Anlamak da bazen pek tabii incitebilir insanı. İnsanların kelimelerine dokunursun yumuşakça. Ama eline batar onlar ya da çok soğukturlar. Ellerin acımaya başlar. Üşümeye başlar. Ellerinden çok kalbin acır. En çok kalbin üşür. Çünkü kelimelerin saklandığı yerler kalplerdir. Ve o kalpler ki artık aşırı kentleşmeye uğramıştır. Serindir, oldukça serin. Gürültülüdür, kalabalıktır. Yeniden kalbine eğilirsin gücenik bakışlarla. Ses verirsin oraya. Sesin mesnedi de kelimedir, bilirsin, Allah kelimelerin de kalbini hikmetle donatmıştır. Ve birikmiştir acılar birikeceği kadar. ''bir miktar da elbet ağlamak istersin'' (cahit zarifoğlu)

 
Yürümeye devam edersin, cevabı yarım bırakılmış suallerin yüreciğini örselemesini dindirmek için. Yaşamak dedikleri, o içi gümrah çarpışmalarla dolu ve tarifini ancak çocuklara bakarak yapabileceğin ''şey''in ne olduğunu öğrenmek için. Tırpan tutmaktan elleri nasırlaşmış köy çocuklarını görüp de onlara yaşama sanatını sorabilmek için. Yenilginin kaypak yüzünden kendini çekip çıkarabilmek için. Yemenilerinin altına kendini gizleyip de kocalarına sonsuz derece güvenen kadınları anlamak için. Radyoda neşesinden kendi sesini duyamayacak kadar kendinden geçen spikere ''dünyanın neresinden tuttuğunu'' sormak için. Acılarını süsleyip de sokağa çıkaran insanlara ''böyle yapınca hafifliyor musun'' diyebilmek için. Yürümeye devam edersin. ''yüzüme bak/ ve yüzümü hırpala/ yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak'' (ismet özel)

 
Oturacak bir yer ararsın göz uçlarınla. Bulursun. Cebindeki para midenle kesintisiz olarak inatlaşır. Ama yemek yemeyi yine de istemezsin. Oturursun. Oturup insanları izlersin. Her birinin birbirinden farklı kaderi vardır, öyle ya. Dışarıyı bütünüyle içine taşırsın. Çünkü gözlerin izlemekten yorulmuştur. Artık bakarsın ama görmezsin. Dışarısı bütünüyle sığar içine. Hayret! Allah yüreklerimizi tahmin ettiğimizden de büyük yaratmış. Her şey sığıyor içine. Hem de hiç sıkışmadan. Şehirler, insanlar, yolcular, otobüsler ve yaşamaklar... ''zamanın süzgecinden geçen bedenimi/ dağıtıp savursun ruhumla birlik rüzgâr'' (hüseyin atlansoy)

 
(düşü geçtik, gözlerini açabilirsin) Artık iyice üşümeye başlamışsındır. Beklenen kar hâlâ gelmemiştir. İçinse izdiham... Yorulunca aklını müzikle yıkayan sen aciz, kulaklarına takarsın -ya da tıkarsın- kulaklığı. Ellerin yine ceplerinde... Kendini saraylı mı sanarsın! Sahi? Evine yönelirsin. Başka çaren kalmadığındandır belki. Haklı çıkmak istemezsin bazen kargaşalardan. Yanılmak istersin. Yine de haklı olduğunu görmek sarsıcı bir şeydir, bilirsin. Elini kalbine koyarsın. Küt küt atar tam şurada. Sen hiç, bir serçeyi tuttun mu? Kalpleri çok hızlı atar. Sanki üşüyor gibidir. Ürkek ve ''insanın içine işleyen''. Ya bir gelinciğin yaprağını kopardın mı? Bir yaprağı düşünce diğer üç yaprak da salıverir kendini. Belki de böyle bir şeydir yaşamak. Bir ince hayal gibi..

.


Bir bahçe düş lazım sana. İçinde; günebakanlar, eleğimsağmalar ve narçiçekleri... Tıpkı yağmur sonrası gibi...

 
[1] Kur'an, 54/10



duam, tsippora için,,,